Would you like to react to this message? Create an account in a few clicks or log in to continue.



 
AnasayfaLatest imagesAramaKayıt OlGiriş yap

 

 

Peygamberler Şehri ŞanlıUrfa Ülkü Ocağı Forum Sitesine Hoşgeldiniz.

Ocak Başkanımız Sayın; Mehmet Arpacı'ya Görevinde başarılar dileriz. Allah (c.c) yardımcısı olsun...


 

 Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti

Aşağa gitmek 
YazarMesaj
DOĞANBEY
Yönetici
Yönetici
DOĞANBEY


Mesaj Sayısı : 175
Kayıt tarihi : 19/11/09
Yaş : 35
Nerden : Ş.Urfa

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Empty
MesajKonu: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti   Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti EmptyCuma Kas. 20, 2009 12:06 pm

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Kktc
Kıbrıs 1571'de Türk toprağı olmuştur. Fetihten hemen sonra, 2 Eylül 1572'de çıkarılan bir fermanla çoğu Karaman'dan bir kısmı da Antalya, Beyşehir, Seydişehir, Akşehir, Niğde, Ürgüp, Akdağ, Bozok kazalarından gönderilen 20.000 Türk Kıbrıs'a yerleştirilir. Ayrıca belli zamanlarda bazı sebeplerle çok sayıda Türk aşireti Kıbrıs'a sürgüne gönderilmiştir. Bunların adları Şamlu, Kara Hacılu, Eski Yürük, Kiseoğlu, Şeyhlü, Senedlü, Batralı, Çıblaklı, Gedikli, Toslaklı, Cirid ve Saçıkara'dır. Dirimlü ve Kaçar Halil aşiretlerinin adları da resmi belgelerde geçmektedir. Buselioğlu ve Şeyhlü aşiretlerinin ise Kıbrıs'a ulaşmadan geri döndükleri ve Anadolu içlerine yerleştikleri belirtilmektedir. Bu günkü Kıbrıs Türkleri, 16. yüzyılın sonlarında Kıbrıs'a yerleşen bu Türkler'in torunlarıdır. B u göç ve sürgünlerin sonunda 1777'de Türklerin sayısı Hıristiyanların sayısını 10.000 aşmıştır.

1878'de başlayan Kıbrıs'taki İngiliz hakimiyeti 1914'te ilhaka varır. 1923 Lozan Anlaşması'ndan sonra sayıları 300.000'i aşan Kıbrıs Türkü, Kıbrıs'tan Türkiye'ye iltica eder ve Silifke, Anamur, Antalya, Alanya gibi bölgelere yerleşirler. Aynı dönemde Kıbrıs Türkleri'nden bazıları da İngiltere'ye göçmüştür. Bu gün 50-60 bin civarında Kıbrıs Türkünün İngiltere'de yaşadığı tahmin edilmektedir. Kıbrıs'taki Türk nüfusu 1960'tan önce 120.000 olarak tespit edilmiş ve Türkler, Kıbrıs Cumhuriyeti yönetimine bu esasa göre iştirak etmişlerdi. 1963 yılında başlatılan jenosit ve uygulanan baskılarla Türkler'in bir kısmı İngilere'ye ve Avustralya'ya, çok az bir kısmı da Almanya'ya göç etmiştir. 1969 yılında yapılan nüfus sayımından en az 10.000 Türk'ün bu göç döneminde Ada'dan ayrıldığı anlaşılmaktadır. 1969 nüfus sayımında Türk nüfusunun Lefkoşe, Magosa, Larnaka, Limasol, Baf, Girne merkez ve çevresinde yoğunlaştığı görülmektedir.

Son olarak 1989'da yapılan nüfus sayımına göre Kıbrıs'ta 162.676 Türk yaşamaktadır. Bu gün bu sayının 180.000'e ulaştığı tahmin edilmektedir.

Yunan-Rum ittifakı Kıbrıs üzerindeki emellerinden hiç bir dönemde vazgeçmemiştir. 1955'te başlayan Ada'yı Rumlaştırma ve Yunanistan'a bağlama politikası 1974'ün 15 Temmuzunda durdurulmuş ve 15 Kasım 1983'te 3.335 km²'lik bir bölgede Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti ilan edilmiştir. Başkenti Lefkoşe'dir. İdari açıdan Gazimagosa, Güzelyurt ve Girne olmak üzere üç kazası daha bulunmaktadır. Bütün bu gelişmelere rağmen Kıbrıs üzerinde oynanan oyunlar son bulmamıştır. Kıbrıs halen Türkiye'nin en başta gelen dış politika meselelerinden birini teşkil etmektedir.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.sanlıurfaocak.hareketforum.com
DOĞANBEY
Yönetici
Yönetici
DOĞANBEY


Mesaj Sayısı : 175
Kayıt tarihi : 19/11/09
Yaş : 35
Nerden : Ş.Urfa

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Empty
MesajKonu: TÜRK MUKAVEMET TEŞKİLATI (T.M.T)   Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti EmptyCuma Kas. 20, 2009 12:07 pm

Anavatan Ordusunun 20 Temmuz'da başlayan birinci ve 14 Ağustos'ta sonuca giden ikinci kurtarış harekâtından önce de Kıbrıs'ta Bozkurt vardı : Türk Mukavemet Teşkilâtı; ve kısaltılmış şekliyle TMT. Rumların devlet desteğiyle kurulan düzenli orduları Rum Mîllî Muhafız Teşkilâtı'na karşı TMT pek sınırlı imkânlarıyla düzinelerce küçük Plevne müdafaası yaratmış ordumuzun kahredici yumruğu düşmanın başını ezene kadar Kıbrıs Türk'ünün canını namusunu şerefini korumuştur. Gönülleri Türklüğün. Türk milliyetçiliğinin en kesif ateşiyle yanan mücahitlerimiz. EOKA tedhişinin ve İngiliz oyunlarının başladığı 1956 - 57 yıllarında önce VOLKAN'ı kurdular. Bu ilk direnme teşkilâtı ihtiyacın baskısıyla güçlendi büyüdü ve 1 Ağustos 1958'de TMT 'ye dönüştü. Volkan da yakıcıydı, Bozkurttu ama TMT daha sağlam bir askeri teşkilâtı daha güçlü bir merkeziyetçi yönetimi temsil ediyordu. 16 sene çarpışıldı... 16 sene önce Türk'ün kutlu ayında kurulan teşkilat aynı kutlu ayın hediye ettiği yeni zafere kadar dövüştü. 20 Temmuz - 16 Ağustos arasındaki dönemde ordumuzun henüz kurtaramadığı yerlerde Rumların giriştikleri katliamları da kurtuluşa kadar TMT göğüsledi. Hemen her yerde son neferine kadar kırılmayı göze alarak Yunan'ı bölgelerine sokmadılar. Her türlü teknik askeri düşüncenin "imha edilmişlerdir" hükmünü verdiği zayıf mukavemet noktalarında bile anavatan orduları yaklaştığında imha edilmek şöyle dursun , bozkurtların kat kat üstün düşman birliklerini önlerine katıp kovaladıkları görüldü.

TMT'nin yayın organı "Mücahit" dergisine ve teşkilâtın 14. yıldönümü münasebetiyle yayımlanan kitaba dayanarak hazırladığımız bu yazıda size 16 senelik direnişten bazı menkıbeler anlatmağa, ruh ve madde olarak TMT'yl tanıtmağa çalışacağız.

Teşkilât, Lefkoşe merkezinden yönetilen 9 sancaktan teşekkül etmişti (Merkezle birlikte 10). TMT kitabından aşağıya aldığımız Lefkoşe sancağının tarihi hakkındaki yazıda bütün teşkilâtı da takip etmek mümkündür :

"Kıbrıs Türk toplıımunun kalbi ve beynidir Lefkoşe ! 120 bin Kıbrıs Türkü ile 36 milyon Türk Milleti'nin ise asıl kalbi ve beyni Ankara'dır. İster en uzakta Gazibaf'ta ister en yakında Boğaz ve Serdarlı'da olsun , ayyıldızlı bayrağın gölgesinde hür yaşayan tek bir- Türk'ün bile bir yeri kanasa, çevirir yüzünü bakar Lefkoşe, kanayan yarasına çare arar ve bıılur! Yara büyükse eğer, bu kez Ankara koşar Lefkoşa'nın imdadına ve bir anda kanayan yarasını sarar.

"Aslında 1878'lerde açılan Kıbrıs Türk'ünün yarası. Lozan'la birlikte kanamaya başladı. Düşman bir iken iki oldn, üç oldu! İstanbul fethini beşyüz yıldır hazmedemeyen yunan ırkı 1955'lerde Bizans'a giden yolun Kıbrıs'tan geçtiğine inandı! Kıbrıs Türk'ünün kanayan yarası eğer neşterlenir, hasta ölürse, belki Bizans yolu açılmış olurdu!

Lozan'da Milli Misak hudutları dışında bırakıldığı için 1955'lere kadar kanayan Kıbrıs Türk'ünün yarası, büyüdükçe büyüdü! Ve 1958'lerde, Yunan ırkının Kıbrıs'taki arsız ve küstah bozuntuları, ilk öldürücü neşteri vurdulardı bu kanayan yaranın üstüne...

"Eğer Ankara kulak vermeseydi Kıbrıs Türk'ünün feryadına, yara müzminleşir, hasta ölürdü! Eğer BOZKURT'Iar, rehber olmasaydı Kıbrıs Türkleri'ne ?."

"Rum Tedhiş Teşkilâtı EOKA l Nisan günü Lefkoşa'da patlattığı ilk bombadan sonra hedefini açık açık ilân etmişti : İngilizler adadan çıkarılacak , asıl düşman saydıkları Kıbrıs Türkü bir anda imha edilecek ve Enosis gerçekleştirilecekti.

Sıra, Türklerin nabzını denemeye gelmişti. İlk defa olarak 1956 ortalarında Abdullah Çavuş Baf'ta,
Teşkilatın Şeması : Soldan Sağa Sancak isimleri : Baf Yeşilırmak Erenköy Lefke Limasol Boğazlı (Girne) Lefkoşe Larnaka Serdarlı ve Magosa Sancakları

arkasından da Lisanı Çavuş Poli'de EOKA kurşunlarının ilk kurbanları oldular. Her iki olay, ada çapında büyük tepkilere yol açtı. Türk gençliği galeyan halindeydi ve Türk halkı heyecandan sokağa dökülüp protesto mitingleri düzenlerken karşısında iki düşman bulmuştu : İngilizler ve Rumlar!

"Bu sıralarda İngilizlerin Türklere karşı tutumu yüz kızartıcıydı ve bir nevi hakaret niteliğindeydi. Türk'ün heyecanını anlamak istemeyen İngilizler, nümayişleri önlemek için, topluma söz geçirebileceklerine
inandıkları ve lider gözüyle baktıkları bâzı kimseleri, kendi memurlarıymış gibi Landrover'lara bindiriyorlar, ellerinde birer hoparlör sokak sokak dolaştırıyorlardı.

"Halkın ve gençliğin neden coştuğunu, bu hareketlerin ne zaman önlenmesi gerektiğini, öldürücü EOKA silâhı karşısında Türk halkına nasıl bir yön verileceğini oturup düşünecek, karara bağlayacak siyasî ve askerî bir liderlik bu sıralarda yoktu. Bu durum karşısında işin ciddiyet ve vahametini düşünen ilgililer bir araya geldiler ve Türk Mukavemet Teşkilâtı'nı kurma çarelerini aradılar.

"İlk olarak 27 - 28 Ocak 1957 tarihlerinde Türk halkı, Lefkoşe ve Magosa'da İngilizlere karşı taş ve sopalarla çarpıştı ve şehit verdi. 1958 Haziran ve Tem muz aylarında ise Rumlarla çarpıştı. Bu safhada TMT kurulmuş bulunuyordu. Lefkoşa'dan başlayarak ada sathında TMT'nin yayılması ve faaliyetleri ise ayrı bir husustur .

"Bir evvelki denemede Enosis'i gerçekleştiremeyen ve Türk-Rum ortaklığına dayalı Cumhuriyet'in ilânı ile Başkanlık koltuğuna oturan Arşövek Makaryos 1963 yılı içinde Türklerin karşısına Anayasa'nın 13. maddesinin değiştirilmesi teklifi ile çıktı. Bu olay Türklerle Rumlar arasında her an patlamaya hazır bir gerginlik yarattı.

"Rum polisi marifetiyle ve çeşitli şekillerde Türk halkına yönelen baskı ve tehditler arttırıldıkça arttırıldı. 21 Aralık 1963 günü sabaha karşı Tahtakale Mahallesi'nde iki Türk makineli tabanca kullanan Rum polisleri tarafından vurulup öldürüldü. Radyo haber bülteninde halka "müessif" olarak resmen takdim edilen bu olay, Rumların Türklere karşı besledikleri kötü niyetlerinin ilk belirtisi ol muştur. Nitekim 22 Aralık 1963 günü Landrover'lere bindirilmiş silâhlı Rum polisleri, Türk Lisesi öğrencilerine ateş açarak öğrencileri yaraladılar. Aynı gün TCM (Türk Cemaat Meclisi) Başkanı R. Denktaş'ın çalışma odasını ve Girne Kapısı'nda ****** heykelini kurşunlayıp en ileri derecede tahriklerine devam ettiler. Gece saat 10.30 da ise, Girne Yolu üzerinde Aspava Bar yanında pusu kuran Rum polisi ekipleri, kanunsuz hareketlere yüz vermeyen bâzı Türkleri öldürmeğe ve Yenişehir'le Kızılbaş bölgelerinde Türk semtine ateş açmaya başladılar.

"Bardağı taşıran Rum tahrikleri karşısında, l Ağustos 1958 tarihinden beri Kıbrıs Türkü adına söz söylemek hakkını. elinde tutan TMT, Türkün namus ve şerefini korumak, can ve mal güvenliğini teminat altında bulundurmak gibi tarihî görevine başlamak durumundaydı.

"23 Aralık 1963 günü sabahtan itibaren Lefkoşe Türk kesimi şiddetli ve sürekli bir düşman ateşi altındaydı. TMT üyeleri, ilk savunma noktaları olan Çetinkaya Spor Kulubü'nden Ledra Palas'a, Viktorya Sokağı'nda Arabahmet Camii ilerisinde Baf Kapısı'na, Tanti'nin Hamamı kesiminden Ankasiyona'daki Rum kuvvetlerine, Çağlayan Bölgesi'nden bu bölgeye taarruz eden Rum kuvvetlerine, Küçük Kaymaklı'dan Büyük Kaymaklı'da harekete geçen Rum kuvvetlerine, Lefkoşe Erkek Lisesi binasından Buzhane ve Yenişehir'de ateş açan Rum kuvvetlerine, Girne Yolu üzerinde Jandarma Binası'ndan Yenişehir ve Kızılbaş'a, yine Ortaköy'den Kızılbaş ve Dikomo Rum köylerine karşı savunmaya geçtiler .

"Lefkoşe Türk kesimini çepçevre ateş altına alan ve Türk kesimine 6 saat zarfında girebileceklerini hesaplayan Rum kuvvetleri ne, özellikle Küçük Kaymaklı'ya taarruz eden Rum kuvvetlerine Yunan Alayı'ndan birlikler sevkedilmişti. Sadece Küçük Kaymaklı'ya, Yunan Alayı'ndan da birliklerin katılmasıyla 1000 kişilik bir düşman kuvvetinin hücum ettiği kat'i rakam olarak sabittir. Bir bilgi vermesi bakımından, Ledra Palas Oteli'nden Türklere karşı muhtelif istikametlere ateş açan Rum kuvvetlerinin 7.7. . Tf., 9 mm.'lik Sten otomatik tabanca, 9 mm.'lik İtalyan yapısı Berata otomatik tabanca 9 mm.'lik Sterlin otomatik tabanca, M -1 P. Tf., Vikers Makineli Tf. ve Jungle P. T, gibi çeşitli silâh kullandıklarını belirtelim.

"Lefkoşe ve varoşlarında düşmana karşı çarpışan kuvvetlerimiz 400 kadardı fakat hepsi silâhlı değildi.
Türk emniyet mensupları ve sivil halktan ellerine av tüfeği v.s. silâh geçirebilenler muhtelif cephelere koşmuş, TMT üyeleri ile omuz omuza Lefkoşa'yı savunmuşlardı.

"Ateş, 24 Aralık 1963 günü yürürlüğe giren mütareke ile durdu ve 25 Aralık 1963 günü saat 8 : 30' dan itibarca Rum kuvvetlerince yeniden başlatıldı. Çarpışmalar 26 Aralık 1963 günü 10 : 15'e kadar devam etti ve saat 11.00 de İngilizlerin aracılığı ile ikinci kez müzakerelere başlandı.

"Lefkoşa savunmasında, özellikle çarpışmaların en şiddetli olduğu Çağlayan Küçük Kaymaklı Yenişehir Bölgelerinde ve yine Küçük Kaymaklı polis karakolunu kahramanca müdafaa eden, cephanesi bittiği için geri alınan komutanlar arasında, gerek bu bölgelerde ve gerekse diğer savunma hatlarında, tarihimizde bu isimsiz kahramanlar şükranla anılacaklardır.

Lefkoşa çarpışmalarında TMT mensubu 6 şehit verdik. Bunların dışında Rumlar, birçok masum vatandaşımızı katletmişlerdir.

"Çarpışmalar neticesi Küçük Kaymaklı'nın bir kısmı hariç Lefkoşa ve varoşlarında müdafaa mevzilerimiz süratle ileri alınarak bugünkü hatlarımız teşekkül ettirildi. Cephane yetersizliği dolayısıyla bir kısım halkın salimen Hamitköy'e taşınması düşmana aradığı fırsatı vermiş ve ancak 26 Aralık 1963 günü Küçük Kaymaklı'ya girebilmişlerdir. Evlerinden çıkmayan 500 soydaşımızın esir alınması ve bunların arasında bâzı gençlerimizin akıbetlerinin hâlâ belli olmaması yanında, Küçük Kaymaklı'nın tahrip ve yağma edilişi, Rum vandalizminin bir abidesi olarak bugün ortada durmaktadır.

"Arpalık savunmasında da 6 şehit verdik 6 Şubat 1564 günü. 250 kişilik Rum kuvvetine karşı sadece 6 piyade tüfeği ve sten, tabanca ile savunulmuştu. Arpalık. Ve Arpalık savunması Rum sürülerine karşı bir Plevne müdafaasıdır.

"TMT'nin kuruluşu ile birlikte temelleri atılan Lefkoşe Sancağı n anasancak durumundadır ve merkezde olması dolayısıyla Kıbrıs Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin nüvesini teşkil etmekte, Kıbrıs Türk toplumunun kaderini elinde tutmaktadır. Boğaz ve Serdarlı sancaklarımız da yepyeni tesislere, güçlü birliklere ve değerli komutanlara sahip Lefkoşe Sancağı'nın bağrından kopmuştur.

"Anavatan Türkiye'nin kuvvetli pençesi bugün Kıbrıs'ın üstündedir. Millî şuuru , milliyet aşkını mücadele azim ve ruhunu bir meşale yapıp Kıbrıs Türk toplumunun eline veren, üstün komutanlık ve liderlik vasıflarına sahip insanların kurduğu Türk Mukavemet Teşkilâtı sayesindedir ki, anavatan Türkiye'nin kudretli pençesi yavru vatan Kıbrıs'ın üstünden ebediyen kalkmayacak, Kıbrıs Türkü bu topraklarda hür ve mesut yaşayacaktır.

Anavatan'ın Gaziantep'ine, Kahramanmaraş'ına mukabil Kıbrıs'ın da bir Gazibaf'ı vardır. TMT 14. yıl kitabında Baf'ın bu şeref unvanını nasıl hak ettiği de anlatılıyor :

"Yavruvatan Kıbrıs'ın en batısında bir serhat bölgemiz vardır. Başları dimdik ve mağrur, sözünü kimseden esirgemez, demir bilekli , elleri tuttuğunu koparan cinsten, ekmeğini taştan çıkaran, çelik yürekli, mert ve yiğit insanların yaşadığı bir diyar.

"9 Mart 1964'e kadar bölge merkezinin adı Kasaba'ydı; Baf'ti. Şimdi adı Gazibaf'tır.

"9 yıldır hürriyet savaşını açıkta sürdüren Kıbrıs Türk'ü ilk kurbanını Gazibaf'ta verdi. Tarihe bir kalleşlik, bir vandalizm, bir korkaklık ve de masum insanların kanına girme hareketi olarak geçecek EOKA, bir Türk polisinin göğsüne sıkmış ilk pis kurşununu. 1956'da Abdullah Çavuş'u Gazibaf'ta arkasından da Lisanı Çavuş'u Poli'de vurdu EOKA ve serhat bölgemizin gözünü budaktan esirgemeyen mert ve yiğit insanları, çevirdi yüzünü, baktı Gazibaf'tan Lefkoşa'ya! Kıbrıs Türkü'-nün kalbiydi, merkeziydi çünkü Lefkoşa...

"EOKA Türk vuruyordu adanın her yanında! Ve bir ses yükseldi bir anda Lefkoşa'dan! Kıbrıs Türkü' nün sesi Anavatan'dan duyuldu!

"Sözde barış geldiydi 1960'ta. EOKA'nın 1959'da biten kanlı ve tiksintili serüveni durdu, Türk halkları tescil edildi, bir Kıbrıs Cumhuriyeti kurulduydu. İyi niyetliydik ve barışı arzu ederdik. Karşımızdakilerin çatlak seslerine ve kuru sıkı tehditlerine rağmen... Ne var ki 3 yıl sinen EOKA sürüleri, 3 yılda bir işgal plânı hazırladılar; Lefkoşa'dan başlayıp Türk'ü boğmayı, bir anda Türk toplumunu adadan silip süpürmeyi denediler 21 Aralık 1963'de. Lefkoşa'da dişleri kırılan EOKA çarkı döndü, 9 Mart 1964 günü şafakla birlikte, çelik yürekli insanların yaşadığı Gazibaf'a dayandı.

"TMT'nin günlük notların-da Gazibaf savunması ve bölgedeki düşman saldırıları hakkında şu satırlar yazılıdır :

"Düşman", ada sathında Türkler'e karşı topyekûn bir saldırıya geçmeyi, Lefkoşe denemesinden sonra göze alamamakta, Türk bölgelerini teker teker işgal etmeyi, hiç değilse sindirmeyi hedef saymaktadır.

"Bölgede irtibatsız ve mukavemeti zayıf olan Türk köylerini tehdit ve tahrik etmekte, yol serbestisi tanımamakta, günlük maişet peşinde koşarken pusuya düşürdüğü Türkler'i öldürmekte, Baf'ın Türk kesimine gelişigüzel ateş açmakta,zaman zaman ateş kesafetini arttırarak mukavemetçileri ateşe ateşle mukabeleye mecbur etmekte, plânladığı Baf işgali için zemin hazırlamaktadır.

"Türk mukavemetçilerin uyanık, son damla kanlarına kadar herhangi bir saldırıyı karşılamaya kararlı olduklarını anlayan düşman, günlerden beri aldığı takviye kuvvetini artırmakta, ağır silâhlarla teçhiz olmaktadır. Düşman bu hazırlıklarını, daha önceki mevziî çarpışmalar sonrası varılan ateşkes antlaşmasından yararlanarak tamamlamış, 9 Mart 1964 günü gün doğarken taarruza geçmiştir.

"Taarruza geçen Rum kuvvetinin personel sayısı: 2000 kadardır. Çarpışmalarda, zırhlandırılmış 8 adet dozer, ağır silâhlarla teçhiz edilmiş olarak Rum kuvvetlerine destek vazifesi görmüş, 100'den fazla Bren silâhına ek çok sayıda A-4 tipi silâh, havan topu, roketatar, tomson ve çeşitli silâhlar kullanılmıştır. Albay rütbesindeki bir Yunan Subayı'nın sevk ve idaresindeki muharebeye Yunan Alayı'ndan da subaylar katılmıştır.

"Gazibaf'ı 120 kahraman mücahidimiz savundu. Savunmada, çoğu av tüfeği, 9 adet Bren, birkaç sandık el bombası, piyade tüfeği , ve Sten makineli tabanca kullanılmıştır. Silâhların kısmı azamı, taarruzundan kısa bir süre önce Lefkoşa'dan gönderilmiştir. En kritik anda yapılan silah takviyesini, Baf Türkü her zaman şükranla anmaktadır.

"Düşman, bütün imkânlarını kullanması halinde, azamî 2 saatte, Türk kesimini işgal edeceğini tahmin ediyor, karşısındaki Türk Mücahidi'nin ecdadına ve tarihine yaraşır bir sekilde ölüm kalım mücadelesi vermeye hazır olduğunu kestiremiyordu. Plâna göre önce kesif bir roketatar ateşi ile Türk bölgesi ele geçirilecek, kuzey istikametindeki Mavrali semtine, doğudan da dört koldan olmak üzere Dr. Eyyüp, Kemal ******, Namık Kemal ve Talât Paşa sokaklarını takiple Türk kesimine girilecek, merkezî durumda olan İnönü meydanında buluşacak Rum kuvvetleri zafer şenlikleri yapacaktı.

"9 Mart 1964 günü sabahın erken saatlerinde uygulanmaya başlayan plân, çok şiddetli roketatar ateşi altına aldığı Türk mevzilerini yıkmaya çalışırken, kahraman mücahitlerimiz cehennemi ateşe bakmadan sımsıkı yerinde duruyor, elindeki imkânlarla düşmana göz açtırmıyordu. Saat 9: 30'a kadar bir adım bile ilerleyemeyen düşman, bu saatten sonra Termopil sokağındaki Türk mevzilerini daha kesif bir ateş altına almış, buradaki mücahitlerimiz enkaz altında kalmamak için Yeni Cami ile bu sokaktan, ayrılmak zaruretini duymuştur.

Lefkoşe Merkez Sancağı Arması

"Bütün gün devam eden muharebe esnasında Çarşı bölgesi büyük bir cesaretle savunuluyordu. Büyük Cami minaresi üzerinden bir mücahidimiz ateş altına aldığı düşman kuvvetlerine kan kusturuyordu. Kudurmuş Rum sürüleri, ihtişamla yükselen minareyi roketatarlarla delik deşik ederken, minarenin yıkılabileceğine aldırmayan mücahidimiz, eşine ender rastlanır bir cesaretle savunmasına devam etti.

Düşman kuvveti üstün, cephanesi boldu. Sadece cesareti yoktu. Baf savunmasında Türk mücahidi, elindeki kıt imkânlar ve mahdut sayıda silâhlarla savaştı. Elinde en azından birkaç tane roketatar silâhının bulunmayışı, zırhlandırılmış dozerlerin Türk mevzilerine kadar sokulmasına imkân verdi. Noksanların giderilmesi ve bazı imkânların yaratılmasına çalışıldı. Baf Türkü, mücahidiyle elele verdi; mahallî bir silâh imalâthanesi kurdu. Bu imalâthanede yapılan birkaç havan topu, zırhlandırılmış bir dozer, özellikle sahra topunun taklidi bir top, çarpışmalarda hayli işe yaramıştır. Özellikle sahra topunun ateşiyle Türk bölgesinin etkili bir şekilde ateş altında tutan ve iki katlı taş bir binada kurulan bir Rum mevziinin susturulması , mücahitlerimizi ve Baf Türk'ünü moralman son derece teçhiz etmiş, düşmanın cesaretini sıfıra indirmiştir.

"Baf savunmasında bir olay, Türk mücahidinin vatanperverlik ve mukavemet ruhunun yüksekliğine bir delil, Rum barbarlığına ise en isabetli bir örnek teşkil etmektedir. Mavrali'de bir mevziyi, Dipbaflı bir göçmen ve bölge sakinlerinden bir kısım mücahidimiz tutuyordu. Hepsi 13 kişiydi! Düşmanın ateş kesafetinin yüksek olduğu Mavrali bölgesinin bu mevzii, roketatar ateşiyle tahrip edilmesine rağmen mücahitlerimiz savunmaya devanı ettiler. Ne var ki mermileri tükenmiş, irtibatları kesilmişti. Mermi tedariki için mevziden ayrılan 3 mücahit geri dönemedi. Bir mücahidimiz, mevzi komutanı Bıyıklı Ahmet'e beyhude öleceklerini söyleyerek, mevziden ayrılmalarını teklif etti. Tüfeğinde tek bir mermi kalan Bıyıklı Ahmet, "Buradan çıkarsak nerede dururuz? Buradan ancak benim cesedim çıkar!" dedi. Bıyıklı Ahmet, düşmana canlı teslim olmanın dehşetini anlattı ve düşmana teslim olmaktansa, tek mermiyi kendi beynine sıkacağını ima etti ve davrandı bile! Arkadaşları mani oldular, Bıyıklı Ahmet, düşman eline düşmenin de ölüm olduğunu biliyordu! 200 kişilik bir Rum kuvveti saldırdı Mavrali'deki mevziye! Ve Bıyıklı Ahmet, arkadaşlarıyla bîrlikte esir alındıktan sonra, parmakları kesilmek suretiyle işkence edilerek öldürüldüler orada.

"Rumlar, her türlü hilekârlığa ve moral bozucu harekete tevessül ederek Gazibaf'ın Türk mukavemetçilerine teslim olmayı teklif ediyorlardı. Kasaba, bütün havan topları ve el bombaları ile, yıkılan mevzilerin tozu dumanı, yıkılan Türk emlâkinin keşif dumanı içinde yandı, tutuştu. Bu dehşetli muharebede, Gazi Baf'ta hürriyet mücadelesi veren çelik yürekli insanlar, mücahitleriyle elele, tam bir disiplin ve tam bir dayanışma içinde, en küçük bir panik yaratmadan, düşmana karşı kahramanca savaştı. Talât Paşa Sokağı'nda Türk kesimine girmeyi .eneyen zırhlandırılmış bir dozer, düşmanın ateşi altında bulunan mücahitlerimiz tarafından havaya uçuruldu. Dozer içinden dökülen yaralı Rumlar, çakallar gibi inleyerek kurtuluşu kaçmakta buldular. Dozerdeki 6 adet silâh ve diğer bol miktarda cephane mücahitlerin eline geçti.

"Albay rütbesinde Yunanlı bir subayın sevk ve idaresindeki Rum kuvvetleri, birkaç saat içinde Türk mukavemetini kıracaklarını, Gazibaf'ı işgal edebileceklerini hesaplamışlardı. Hesapları yanlış çıktı.

"10 Mart günü Rum saldırısı fasılalı olarak devam etti. Ne var ki "Düşmanın ateş kesafeti azalmış Rum hayalleri suya düşmüş, Gazibaf'ın kaderi belli olmuştu artık!

"Rum sürüleri 1964'ün il ve 2 Ocak tarihlerinde Çınarlı'da, 19 Ocak'da Kalkanlı'da, 21 Ocak'da Susuz'da, birinci defa olarak 23 - 24 Ocak'ta Ovalık'ta, yine ilk defa olarak 2 Şubat'ta Altıncık'ta, 3 Şubat'ta Hulu'da, 4 Şubat'ta Baf Kasabası'nın Mescit Semti'nde, 5 Şubat'ta ikinci olarak Baf'ta Melana Semti'nde, 5 Şubat'ta Akkargi'de, 8 Şubat'ta Karşıyaka Poli'de, 14 Şubat'ta üçüncü defa olarak yine Gazibaf'ta, 14 Şubat günü yine Poli'de, Mart'ta birinci defa olarak Aksu'da, 5 Mart' ta ikinci defa yine Aksu'da, 6 Mart günü ikinci defa olarak Altıncık'ta, 7 Mart'ta dördüncü defa olarak Baf'ta, 8 Mart'ta Bozalan'da, 23 Nisan günü ikinci defa olarak Ovalık'ta, ve 24 Ocak 1964 günü Engin-dere'de tahrik, tehdit ve saldırılarda bulundular; savunması zor ve zayıf köylerdeki soydaşlarımız, daha emin yerlere göç etmek mecburiyetinde kalırken, ölüm pahasına olsa bile toprağına bağlı ve kalpleri Türklük ateşi ile, vatan sevgisi ile çarpan bütün köylerdeki mukavemetçilerimiz, bazı hallerde öldüler, fakat düşmana geçit vermediler.

"Gazibaf direnişi, mücadele tarihimizde özel bir yer işgal etmektedir." Vuruşa vuruşa, kan ve barutla yoğrularak TMT 16 yıl dimdik durdu.,Nihayet Türk Ülküsü, Türk dileği gerçekleşti. Mücahit dergisinin 24 numaralı Mayıs 1974 sayısında Türk Cemaat Meclisi Başkanı İsmail Bozkurt, "Ordulaşan TMT, Devletleşen Toplum" başlıklı yazısında iki ay sonrasını adetâ görerek şu satırları yazıyordu :

"Bir toplumun devlet olması için üç vasfı olması gerekir : Ülke, halk (millet) ve egemenlik.

Devlet egemenliğini ise üç ana uzvunun; yani yasama, yürütme ve yargı uzuvlarının oluşması ortaya çıkarır. Devletin varlığı ise Silâhlı Kuvvetleri (Ordu)'nin bekçiliğine emanet edilir.

"Kıbrıs Türk toplumu, 20. yüzyıla utanç vermesi gereken barbarcı bir saldırı neticesi, bağımsız Kıbrıs Cumhuriyeti'nin egemenliğine katılma hakkından mahrum edildi. Ama Türk'e lâyık şanlı bir direnişle toplum olarak varlığını korudu; kendi adına egemenliğini kullanacak yasama, yürütme, yargı organlarını oluşturdu; teşkilâtlandırdı. "Yönetim" adı altında bir "devlet" mekanizması ortaya çıkardı.

"Yönetimin veya başka bir deyişle "devlet" mekanizmasının ortaya çıkmasında esas rolü oynayan; dünkü TMT'nin bugünkü Kıbrıs Türk Silâhlı Kuvvetleri'nin tarihî gelişmesi de Türk tarihinin ananevi gelişmesine paralel ve uygun bir görüntü gösterdi.

"Kuvayı Milliye'den kahraman Türk Silâhlı Kuvvetleri'ni ortaya çıkaran Türk Milleti'nin bugünkü çocuklarının, "Volkan'dan TMT'-yi; TMT'den Kıbrıs Türk Silâhlı Kuvvetleri'ni ortaya çıkarmasından başka bir şey beklenemezdi.

"Kıbrıs Türk Silâhlı Kuvvetleri, bugün çağımızın savaş gereklerine uygun eğitimiyle, mükemmel örgütlenmesiyle ve adanın her tarafına dağılmış tesisleriyle gerçekten "ordulaşma" yolunda istenen ve özlenen hedefe gelmiştir.

"Bu gelişme, Kıbrıs Türkü'ne huzur veren, vermesi gereken bir gelişmedir. Çünkü "ordıılaşan", ordulaştığı nisbette "devletleşen" Kıbrıs Türkü, hedefine hızla yaklaşıyor demektir.

"Hedef ise açıktır. Tarih gösteriyor bu hedefi : "Kıbrıs Türkü, ya Kıbrıs Cumhuriyeti'nin eşit egemenlik hakkına sahip bir ortağı olacak; ya da toprağı, halkı; yasama, yürütme ve yargı organlarından oluşan egemenliği ve ordulaşan Silâhlı Kuvvetleri ile bu gün zaten "Yönetim" adı ile var olan devletini kuracaktır.
"Sonrası mı?

"Sonrasını "Hatay" gösteriyor..."

Bugün ordumuz Kıbrıs'ta kanla bir hat çizmiştir. Çizginin kuzeyi artık anavatan kadar emin, anavatan kadar hürdür... anavatandır! Fakat güneyde, yaralı bir hayvanın ruh hali içersindeki Rumların edepsizliklerine karşı TMT ha la görevi başındadır.

Tanrı Türk'ü korusun.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.sanlıurfaocak.hareketforum.com
DOĞANBEY
Yönetici
Yönetici
DOĞANBEY


Mesaj Sayısı : 175
Kayıt tarihi : 19/11/09
Yaş : 35
Nerden : Ş.Urfa

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Empty
MesajKonu: Girit'ten Kıbrıs'a   Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti EmptyCuma Kas. 20, 2009 12:07 pm

Kıbrıs Adası hepimiz biliyoruz ki, 1571 yılında Türkler'in idaresine geçmiş ve 1914 yılına kadar, hukuken de 1923 lozan Antlaşması yürürlüğe girdiği tarihe kadar Türkler'e ait bulunmuştur. 1879'da Kıbrıs'ta İngilizler tarafından yapılmış olan nüfus sayımına ait istatistikler elimizdedir. Bu sayıma göre o zaman Kıbrıs'da Türk nüfusu çoğunluktadır. Rum nüfusu azınlıktır. Kıbrıs, 1877-1878 Osmanlı-Rus Harbi neticesinde İngilizler'e "geçici olarak işgal etme" müsaadesi ile işgal altına verilmiş bir adadır. İşgal müsaademizin de dayandığı mucip sebep Ruslar, İskenderun istikametinde Osmanlı topraklarına bir taarruz yapacak olurlarsa, yakın mesafeden, yakın bir üsten Osmanlılar'a yardım etmelerini mümkün kılmak için bu ada geçici olarak İngiltere'ye işgale verilmiş, müsaade edilmiştir. Veriliş sebebi de budur. İngilizler oradan hemen İskenderun'a; bize yardım edecekler. Bundan sonra adaya her iki yılda, üç yılda yeni İngiliz valisi tayin olup geldiği zaman adanın Rum ruhani reisi, yahut işte o Arşbişop dedikleri metropoliti gider, valiyi karşılar ve valiye bir dilekçe, bir arzını sunardı. 1878'den itibaren bu dilekçede papaz, Kıbrıs'ın Yunan olduğunu, ve Kıbrıs Adası'nın Yunanistan'a verilmesini rica ederdi. Yunan hükümeti, Yunan devleti de bu istikamette devamlı olarak ada Rumları ile irtibatta bulunur, Yunanistan'dan öğretmen yardımcı her şey gönderilirdi.

Kültür münasebetleri, kültür birliği temin edilmiş bir durumda, bir şekilde işler yürütülürdü. Osmanlı Devleti çeşitli gailelerle yuvarlanırken tabii bunlarla uğraşma imkanını bulamamıştır. Fakat Lozan Antlaşması'ndan sonra da biz, tamamıyla kabuğumuza çekilmiş durumda bulunduk ve oradaki Türkler'le ve adanın durumu ile de faal bir şekilde ilgilenemedik. Lozan Antlaşması gereğince adadaki Türkler'e üç yıl müsaade tanındı. Bu müsaade gereğince; Türkiye'ye gitmek ve Türk vatandaşı olarak yaşamak isteyenlerin malını mülkünü satıp, göç etmesi gerektiği, gitmek istemeyenlerin de İngiliz teb'alı olacağı bildirildi ve Lozan Antlaşması gereğince Türkiye'den çıkarılan Rum göçmenler Kıbrıs'a sevk edildi.

Anadolu'dan çıkarılan Rumlar Kıbrıs'a sevk edildi. Ve Kıbrıs'a getirilerek yerleştirildi. Bunlar Anadolu'dan hınçla Kıbrıs'a gelmişler ve orada yerli Rumlar'ı da azdırarak Türkler'e karşı her fırsatta çeşit çeşit taşkınlıklar, çeşit çeşit tazyiklere, tecavüzlere de girişmişlerdir. Zaten hassas olan ve yabancı boyunduruğundan hoşlanmayan Türkler, kendilerine tanınmış olan bu üç yılı kullanmak için adeta birbirleriyle yarışa girmişlerdir. Rum muhacir akını karşısında da adada oturmak arzusunu iyice kaybetmişler ve adaya Rum muhacirleri gelirken, adadan Türk muhacirleri çıkmış, Türkiye'ye göç etmiştir. Bugün yakın kabul edeceğimiz bir tahmine göre Mersin'den Mersin dahil İzmir'e kadar olan kıyı bölgemizde, Kıbrıs'tan gelmiş göçmenlerden en az, 250 - 300 bin insan bulunmaktadır. Bundan sonra zaman akmış, Rumlar ve Yunanlılar bu faaliyetlerine devam etmişlerdir. Nihayet İkinci Cihan Savaşı'ndan çıkılmış ve Yunanlılar on iki adaya talip olmuşlardır.

Harp esnasında bize işgal teklif edilmiş fakat buna yanaşmamışızdır. "Ne bir karış toprak veririz, ne bir karış toprak alırız". "Aman etmeyin, gitmeyin, alın şunu işgal edin". "Yok, hayır efendim, ne olur ne olmaz". Yunanlılar buna talip çıkmışlar.

Yunanistan'a bu on iki ada 1947 Paris Antlaşması'yla verilmiştir ve Türk hükümetinden bir söz dahi çıkmamıştır. Ey Allah'ın kulu, ağzını aç, de ki : "Efendiler, kimin malını kime veriyorsunuz, bunlar bize aittir. Şimdi bizi dinlemezsiniz, ama bu antlaşmayı kabul etmem, saymam, söz hakkımı mahfuz tutuyorum", de... On iki ada gitti, bundan sonra artık bütün faaliyetler Kıbrıs'a doğru döndü. Şimdi, Kıbrıs'la birlikte bütün adaların durumunu kısaca gözden geçirmemiz icab etmektedir.

Yunanistan istiklal alıp bir mikrobik devlet halinde yeryüzüne doğduğu andan itibaren kendinden çok çok büyük hülyalar, davalarla uğraşmıştır. Çok büyük... Ama böyle yapması, acaba kendisi için zararlı mı olmuş? Böyle hareket etmesi acaba hatalı mı olmuş?

Şunu söylemek isterim ki, her hakikat evvela beyinlerde, kafalarda bir nazlı hayal olarak doğar ve yaşar.
Osman Gazi, Osmanlı Beyliği'nin başına geçtiğinde İstanbul'u, Rumeli'yi, Suriye'yi, Irak'ı düşündüğü zaman bunlar onun kafasında birer hayaldi.

Mustafa Kemal, Anadolu'ya geçmeğe hazırlanır. Kendisine sorarlar : "Devlet mağlup, ordu dağılmış, para yok, halk; Anadolu halkı bitmiş, yorgun sen neden bahsediyorsun?" O der ki : "Misak-ı Milli hudutları içinde bağımsız, şerefli bir Türk devleti". "Bu nasıl olur?" O gün için kendisiyle konuşan meşhur bir gazeteci var. Pera Palas otelinde, yanından ayrıldıktan sonra "Bu bir deli" der. "Bu bir çılgın" der. Çünkü o gün, o anda Misak-ı Milli sınırları içinde bağımsız, şerefli bir Türk devleti sadece bir hayaldir. Amma, bu güzel, bu nazlı hayal, ona gönül verenlerin azmi, can fedası ve iradesi sayesinde bugün bir hakikattir.

İşte Yunan mikrobik devleti meydana geldiği andan itibaren büyük Bizans İmparatorluğu'nun varisi ve onu ihya etmek davacısıdır. Bu faaliyetlerin de kaynadığı kazan, sevk-ü İdare edildiği yer, Yunan Kilisesi'dir. Yunanistan'da Yunan Kilisesi'ni, Yunan politikasından ayıramazsınız. Bütün ihtilallerini, bütün isyanlarını Yunan Kilisesi hazırlamış, o sevk-ü idare etmiştir. Hatta, o kadar ki, Mora isyanı başladığı zaman, işte ilk defa bağımsızlık almak için ayaklandıkları zaman, Sultan Mahmut zamanı, bu zamanı biliyoruz, Etnik-i Eterya denen, cemiyet idare ediyor. Bu cemiyeti sevk-ü idare eden de patriktir. İstanbul'daki patrik. Öyle de bir suikast hazırlıyor ki, Türk askeri üniformalı Rum kuvvetleri, Yunan kuvvetleri hazırlanıyor. Bir taraftan Mora kıyımı olacak, bir taraftan da bunlar İstanbul'da ayaklanacaklar. Ve İstanbul'u işgal edecekler. Bizans ihya edilecekti. Tabii bu durum zamanında haber alınıyordu. Bunlar bastırılıyor ve patriği, işte o orta kapı dediğimiz ki, ördüler onu, bugün hala örülü, açmıyorlar, orada asıyorlar. Asılması gayet tabiidir. Bana bir devlet gösterin ki, o devlette, o devletin bir vatandaşı, bir teb'ası kendi devletine karşı hiyanet eder, isyana kalkışır ve buna mukabil o devlet ona "aferin, iyi ettin" der. Böyle bir devlet var mı yeryüzünde? Eeee, bundan dolayı niye Osmanlı Devleti'ni suçluyorlar? Onun yerinde kim olsa yapması icab eden hareket buydu.

Bundan sonra daima bu devlet, bu fikri, bu hayali takib etmiştir. Ve üzülerek ifade etmek lazımdır ki, bu hayalin Rumeli tarafından kısmını büyük ölçüde ve Ege Denizi'ndeki adalar kısmını baştan aşağı gerçekleştirmişlerdir. Bizim tedbirsizliğimizden, başımızdaki devlet adamlarımızın idaresizliğinden ve liyakatsizliğinden dolayı, bunlardan faydalanmışlar, zaman zaman, safha safha bunu gerçekleştirmişler, hatta İstiklal Savaşımız sırasında Anadolu'nun da bir parçasına sahiplenmeğe çalışarak iyice bunu kurmak durumuna girmişlerdir. Şimdi haritaya baktığımız zaman, dedik ya dış politikaya tesir eden, güven veren önemli esaslardan birisi de, o memleketin coğrafyasıdır. Jeopolitik durumudur. Evet, haritaya baktığımız zaman Çanakkale boğazının ağzında Midilli adası, diğer Yunan işgalindeki adalar, aşağıya doğru Ayvalık'ın karşısı, Burhaniye'nin karşısı, daha aşağı Foça, İzmir, İzmir'in karşısı, Kuşadası, daha aşağısı Bodrum, Küllük v.s. ... böyle. Bütün Türk kıyıları Yunanlılar'ın ele geçirdikleri adalarla tıkanmış vaziyette. Türkiye'nin neresi var? Akdeniz kıyıları var, Akdeniz bölgesi var ki orada nisbeten serbest. Kıbrıs? Kıbrıs İngilizler'in elinde, başka bir devletin elinde, Şimdi bunlar uzun zamandan beri bu adayı hedef almışlar. Ve diyorlar ki:

"Burasını alacağız ve Yunanistan üç kıt'a üzerinde bir devlet haline gelecektir. Aynı zamanda hem Balkan memleketi, hem Orta Doğu memleketi olacağız" diyorlar. Ne ile? Kıbrıs'la. Kıbrıs'ın öneminin çok kimseler henüz tam farkında değil. Memleketimizde onu, sadece orada bulunan 150.000 Türk'ün durumuna bağlıyoruz. Hayır beyler, orada hiçbir Türk bulunmasa da Kıbrıs davası vardır. Türkiye için. Bunu coğrafya zorunlu kılıyor. Türkiye'nin kendi varlığını korumak, kendi güvenliği bunu zorunlu kılıyor. Kaldı ki, orada 150.000 Türk'ün bulunuşu bu durumu bir kat daha önemli hale getiriyor. Şimdi Yunanistan bu mes'elede de diğer mes'elelerinde olduğu gibi bize kıyasla çok ustaca, planlı ve uzağı görerek hareket etmiştir. Dünyanın her tarafına serilmiş olan Yunan propaganda ağı, Yunan diplomatik faaliyetleriyle elele beraber olarak işlemiştir. Bunlar olurken biz ne yaptık acaba? Cevap tek kelime, bir ? Hiç! Onlar İngilizler'e karşı evvela bir mücadele açmışlardır. İngilizler'le bu mücadeleleri onların, işte şöyle bir danışıklı doğuş gibi bir şeydir. Çünkü zaten onu besleyen, onu himaye eden, onu pohpohlayan İngilizler olmuştur. Bugüne kadar tarihi bir olaya göz atarsak Kıbrıs mes'elesini daha iyi canlandırmak, anlamak mümkün olur. Bu olay Girit olayıdır. Girit de bundan 100 yıl önce bir Türk adaşıydı. Ve adada en az Rumlar'a denk sayıda Türk nüfusu vardı. Fakat böyle bir böceğin yaprağı kemirmesi gibi, kemirmeye başlamış oraya da el atmıştır. Girit'te de aynı Kıbrıs'ta olduğu gibi faaliyetlere girişmişlerdir. Orada da evvela çeteler faaliyete geçmiş, çeteleri bastırmak için nizamı, asayişi, kanunu korumak için, biz oraya kuvvet gönderince de "Eyvah! Türkler bize zulmediyor, Türkler Rumlar'ı katliam ediyor, kesiyor, yetişin!" diye yaygarayı basmışlardır. Hemen o zamanın büyük devletleri dediğimiz İngiltere, Fransa v.s. gelmişler, Ruslar, Rusya da beraber, adaya asker çıkarmışlar ,adayı işgal etmişler ve işi, pek benzeyiş var arada, onun için söylüyorum evirmişler, çevirmişler, demişler ki : "Burası muhtariyet olsun..." "Yani gene sizin olsun ama, Rum halkı kendi toplum işlerinde, kendi cemaat işlerinde, bağımsız olsunlar. Bir de Yunanlı bir vali bulunsun adada, sizin valiniz, size rapor versin..." Sizin valiniz Yunanlı. Kim olacak bu? Yunan krallık ailesinden olsun, bir prens... Böylece Girit Adası muhtariyetle idare edilen bir ada oldu. Yani Kıbrıs'ın bağımsız cumhuriyet olması gibi. Bunlar adımlardır. Yunanistan'a doğru gidiş adımları. Şimdi bunları ortaya koyunca Türk devlet adamlarını daha iyi tartabileceğiz. Eh, olan oldu. Girit adası muhtar oldu. Yunan krallık ailesinden bir prens de Osmanlı valisi oldu. Kime hizmet ediyor?!... Osmanlılar'a değil mi?! Osmanlılar'a hizmet ediyor ! ... Ve, Girit günün birinde gitti. Ne zaman gitti? Bizim muzaffer olduğumuz; galibiyetle muzafferiyetle bitirdiğimiz bir harbin sonunda. O da 1897 Türk-Yunan Harbi'nin sonunda. Biliyorsunuz, 1897 Türk-Yunan Harbi Yunanlılar'ın taşkınlığı ile, münasebetsizliği ile patlak vermişti. Onlar ve Avrupalılar zannetmişlerdi ki, Yunanlılar muvaffak olacaklar ve Osmanlı ordusunu yenecekler; Selaniği melaniği alacaklar... Fakat müthiş bir bozguna uğramışlardır. Ve Türk ordusunun Atina'ya girmesine ramak kalmıştır. Hemen araya yine büyük devletler girdi : "Aman barışı koruyacağız, barış elden gitmesin, falan" diye bizi durdurdular. Yunanlılar'la aramıza girdiler. Ondan sonra da o zamana kadar sözde bizim olan Girit adası, temelli olarak Yunanistan'ın oldu ve bu güne gelindiğinde ise Türkiye, Yunanistan'a gayet iyi tesir edecek kozlara, tedbirlere sahiptir. Geç kalmış olmakla beraber, planlı bir propaganda faaliyetine girişmek ve yine planlı bir diplomatik faaliyete girişmek lazımdır. Uyuşukluk, durgunluk çıkar yol değildir. Türk milleti, Türkiye'nin gelecekteki evlatları bunu bir an akıldan çıkarmamalıdırlar. Yunanlılar aleyhimizde faaliyetler gösterdikçe, okul kitaplarında topraklarımız üzerinde hak iddia eden fikirler, yazılar bulunup, çocuklarına bunları telkin etmeğe devam ettikleri müddetçe, basınında daima aleyhimizde ve kendi vatanımız üzerinde iştiha ve hak belirten davranışlarda bulunmağa devam ettiği müddetçe Türk milletinin hedefi; Selanik, Batı Trakya ve Anadolu'nun parçaları olan adalardır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.sanlıurfaocak.hareketforum.com
DOĞANBEY
Yönetici
Yönetici
DOĞANBEY


Mesaj Sayısı : 175
Kayıt tarihi : 19/11/09
Yaş : 35
Nerden : Ş.Urfa

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Empty
MesajKonu: Harekat'ın Manası   Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti EmptyCuma Kas. 20, 2009 12:08 pm

Milletlerin hayatında öyle başarılar vardır ki, onun manevî değeri ve mânâsı, sağladığı maddi kazancın çok üstündedir. Hattâ büyük maddi zararlara sebep olduğu halde, manevî bakımdan baha biçilmez değerler taşır. Gene öyle yenilgiler vardır ki, maddi kayıp olarak hiç bir şey ifade etmez ama, manevî yönden milleti yıkar, çökertir. Mânâya değer veren şerefli insanların hayatlarında görüldüğü gibi...

İşte Kıbrıs harekâtı da Türk Milleti için manevî değeri maddi kazancını çok aşan bir başarıdır. Gerçi bir yandan oradaki yüz yirmi bin Türk'ün hayatı , bir yandan da, adanın Türkiye'nin güvenliği bakımından sahip olduğu hususiyetler asla küçümsenemeyecek derecede önemlidir. Fakat bu harekâtın sağladığı "mânevi gelir" her şeyin üstündedir. Eğer, bir çoklarının sandığı gibi, gaye yalnız adadaki Türklerin hayatını kurtarmak olsaydı, bunu başka türlü halletmek de mümkündü. Onları, şimdiye kadar yapıldığı üzere, topluca ana vatana göç ettirirdiniz. Diğer yandan, Kıbrıs'a sadece bütün Türkiye'nin askeri güvenliğini ilgilendirdiği için değer vermiş olsaydık, feza çağı silahlarının ülkeler değil kıt'alar arası mesafeleri bile ortadan kaldırdığını düşünerek, meseleyi hafife alırdık. Bu sebepledir ki, Türk devletinin, belki de yavru vatanda yaşayan soydaşlarımızın sayısından fazla Mehmetçiği feda etmeyi göze alarak giriştiği harekâtın mânâsı; çok büyük ve bambaşkadır. Bu tavır tam TÜRK'çedir, Türk'ün tarihi geleneğine, milli karakterine, yaratılış felsefesine ve cihangirlik ülküsüne göredir. Değil yenilmek ve gerilemeğe, yerine saymağa bile tahammül edemeyen taşkın coşkun ve cesur ruhunun tam icabıdır. Onun içindir ki, bizce Kıbrıs yalçın kayalıklardan ibaret bomboş bir ada dahi olsaydı, Türk milleti Yunanistan'a "peki" demezdi. Dememelidir. Başkaları için sadece askerî üs değeri taşıyan Kıbrıs, bizim bakımımızdan millî bir şeref davasıdır. Bir kere harekât önemli imtihandır. Kendi kendimizle hesaplaşmadır. Dost ve düşmanı tanımamıza imkân veren bir tecrübedir. Aldığımız mesafeyi gösteren bir ölçüdür. İşte, konuyu ancak bu anlayışla ele alırsak, doğru ve iyi değerlendirebiliriz. Şimdi harekatın muhasebesini yapalım. Askeri bakımdan : Harekâtın muhakkak ki en şerefli yanı kazandığımız askeri zafer. Böyle bir zafer dostlarımızı alışık olandan daha fazla sevindirirken, düşmanlarımızı da kıskançlıkla kıvrandırmış ve dehşete düşürmüştür. Doğrusunu söylemek gerekirse, herkes üzerinde beklenmeyen bir sürpriz şaşkınlığı yaratmıştır. Anlaşılıyor ki hiç kimse silahlı kuvvetlerimizden bu ölçüde bir başarı ümit etmiyormuş.

Gerekceleride şudur :

1- Türk ordusu elli yıldan beri savaş görmemişti. Bu, tarihimizin savaşsız gecen en uzun aralığıydı. Bunca durgunluktan sonra ordumuz acaba rahata alışarak uyuşmamış mıydı?

2- Türk ordusu, Cumhuriyet'in kuruluşundan beri, savaşçı değil barışçı, bir felsefeyle yetiştiriliyordu. Hücum için değil , savunmak için hazırlanıyordu. Eğitiminin hedefi buna göre tayin edilmişti. Tamamıyla yanlış yorumlanan "Yurtta sulh cihanda sulh" sözü, git gide, "kimseye bir karış toprak vermeyiz, kimseden de bir karış toprak istemeyiz" şeklinde formülleşmişti. Sonra, eskilerin "bir lokma bir hırka" tekerlemesi ile ifade ettiği bu "derviş felsefesi," devlet adamları tarafından ordumuza da benimsetilmek istenmişti. Böyle bir hava içinde yetişen silahlı kuvvetlerin savaş kabiliyetini yitirmesi normal değil miydi?

3- Son elli yıl içinde gerek savaş tekniği, gerekse silah ve malzeme geniş ölçüde ilerlemiş, değişmiş ve artmıştı. Bu şartlar altında artık yüreklerdeki cesaret ve kalplerdeki iman ikinci, üçüncü plana düşüyordu. Kimse, "zafer süngünün ucundadır" ilkesine güvenmemeliydi. Hal böyle olunca, yarım asır önceki şartlara göre büyük başarırlar gösteren Türk askeri, bakalım bugün de aynı seviyeyi tutturabilir miydi? Yoksa "tüfek icad oldu mertlik bozuldu" sözünün ifade ettiği mazereti tekrarlamak zorunda mı kalacaktı?

4- Türk ordusu, son on beş yılda dört defa siyasete karışmıştır. Bir orduyu en fazla yıpratan ve onun savaş gücünü zayıflatan şey de budur. O yüzden zaman ve enerjisinin yarısını bir kısım âciz ve hâin politikacıların meydana sürdüğü iç düşmanları temizlemek için harcanmıştır. Ayrıca da, gene dört defa kendi bünyesinde küçümsenemeyecek "operasyonlar" yapmıştır. Böylece, hem maddi manevi bakımlardan yıpranıp zayıf düşmüş olmalıdır.

5- Türk ordusu - kendisine uzun müddet yetecek modern silah ve savaş malzemesine sahip değildir. Onun için tek başına bir savaşa giremez girse de kazanamaz.

İşte ilk bakışta herkesi inandırabilecek kadar kuvvetli ve isabetli görülen bu tahminler, Kıbrıs harekâtının başarılması ile tamamen iflas etmiştir. Türk askeri bilinen bütün tarihi hasletlerini muhafaza etmektedir. Çağın bütün imkân ve şartlarına derhal intibak etmiştir. O gene dünyanın en güçlü en savaşçı askeridir.

Şairin :

"Fıtrat değişir sanma, bu kan yine o kandır" hükmü tam bir hakikatin ifadesidir.
Her türlü menfi çabalara rağmen Türk'ün milli bünyesi henüz sarsılmamıştır. Siyasi bakımdan :

1. Kıbrıs harekâtı isbat etmiştir ki Türkiye'de siyasi ikdidar mevkiinde bulunanlar, kendi felsefeleri ne olursa olsun, Türk milletinin ve ordusunun milli davalar karşısında takındığı kararlı, tavra uymak zorundadırlar. Üç beş zavallı politikacı ile beş on kozmopolit aydının menfi telkinleri. Türk devletinin varlığını ilgilendiren meselelerde hiç bir mânâ taşımıyor. Tarihi devlet anlayışımız, bir altın damarı gibi, bütün organlarda devam ediyor. Aldatılmış olanlar kısa zamanda uyanıyor.

2. Bu harekât, ümit edilir ki bizim batı dünyasına gözü kapalı hayran ve teslim olan budala aydınlarımızla saf siyaset adamlarımızın da gözlerini açıp kendilerine gelmelerini sağlamıştır. Herkes bir kere daha görmüş ve inanmıştır ki, Türk'ün Türk'ten başka dostu yoktur. Batının ne kadar maymunu olursak, onların önünde ne kadar diz çöker, boyun eğer, el oğuşturursak ve takla atarsak, gözlerinde kıymetimiz o derece düşmektedir. Bu metodlarla Hıristiyan dünyasını bize ısındırmanız ve onlara şirin görünmemiz mümkün değildir. Onun için mutlaka milli kültürümüze ve benliğimize dönmeliyiz. Türklük ve tarih şuuru içinde bulunarak, kendimizi herkese 'kabul ettirmeliyiz. Dünyadaki yerimizi ve ağırlığımızı yeni baştan tayin etmeliyiz.

3. Milletlerarası meselelerde hakkınızı alabilmeniz için "hukuken haklı" olmanız yetmez. Haklılığın yanında, kuvvetli, kararlı, atak ve şahsiyetli olmak da 'lâzımdır. Kuvvetin ölçüsü nüfusun çokluğu, ordunun savaşçılığı, ağır sanayi ile harb sanayiinin milli oluşudur. Kararlı, atak ve şahsiyetli olabilmek için de millet fertlerinin uzak milli hedeflere ulaşmak ülküsü ile yetiştirilmesi gerekir. Eğer biz yarım asır boyunca bu anlayışı benimsemiş olsaydık, Kıbrıs dâvası şimdiye kadar çoktan halledilip, sıra batı Trakya, on iki ada ve Kerkük'e gelmişti.

4. Türkiye'de herkesin "tehlikeli fikir" saydığı Turancılık ülküsü, demek ki, ne boş bir hayal, ne de büyük bir tehlike imiş. Devlet niyet ederse, yahut mecbur kalırsa, vaktiyle elimizden zorla koparılmış vatan parçalarını yeniden kazanabiliyormuş. Üstelik, böyle bir hareket bütün milletçe tam bir gönül birliği halinde tasvip ediliyormuş.

5. Güçlü ve kararlı bir milli hareket karşısında "süper devletlerin" de, "dünya kamu oyu"nün da tesiri mutlak değil, sınırlıdır. Kimse başkası için tehlikeyi göze almaz ve fedakarlığa katlanamaz. Bundan dolayı ilerdeki milli meselelerimizi de aynı metotla halletmemiz gerekmektedir. Ayrıca, hem milli menfaatimiz, hem tarihin yüklendiği vazife, hem de dünya muvazenesini sağlamak bakımından Orta Doğu ve İslâm âleminde görülen "lider boşluğunu" doldurmağa mecbur olduğumuz da anlaşılmıştır.
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.sanlıurfaocak.hareketforum.com
DOĞANBEY
Yönetici
Yönetici
DOĞANBEY


Mesaj Sayısı : 175
Kayıt tarihi : 19/11/09
Yaş : 35
Nerden : Ş.Urfa

Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Empty
MesajKonu: Kıbrıs'ta Türk İdaresi   Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti EmptyCuma Kas. 20, 2009 12:08 pm

Çok seneler önce, lise sıralarındayken bir felsefe hocamızın "insan işlediği hatayı tekrar eden hayvandır" dediğini hatırlarım. Bunu üstelik ünlü bir Yunan filozofu söylemişti. Çok tecrübeli, çok düşünen kimselerin söyledikleri sözlere, hikmetlere acaba kendi cinslerinden olanlar hiç itibar etmezler mi? Pek tabiî olarak, eski grekler ile bugün onların soyundan geldikleri iddia ve gururu içinde olanlar arasında, isim benzerliği ve aynı vatanda oturmaları dışında, pek de münasebet yoktur. Bu kanaat, geçen yüzyılda Yunan İstiklâl hareketini destekledikten sonra, üstelik bir de kendilerinden kıral seçtirmenin sevinciyle Yunanistan'a gelip de, sonradan gördükleri besle kargayı, oysun gözünü misali ihanetler karşısında ve büyük bir hayâl kırıklığı içerisinde hatıralarını yazan bir çok meşhur Alman eli kalem tutarının paylaştıkları bir husustur. Eski grek medeniyetinin beşiklerinden birisi olan Mora halkının çeşitli tarihlerde Slav ve Arnavut göçleri sonucu, eski ırkî özelliklerini kaybettiklerini, durumun yeni devletin diğer kesimlerindeki halk için de aynı olduğunu belirtirler. Bununla beraber, Batı âlemi, kendi medeniyetinin temellerinden birisinin grek medeniyeti olduğunu bildiğinden, kısa zamanda bu tür tecrübelerini unuturlar. Avrupa, Yunanistan'ın daima destekçisi olur. Osmanlı Devleti'nin zaafından, başında bulunan türlü iç ve dış dertler arasında bunalımından, devlet adamlarının her devirde görüldüğü gibi diğer dünya milletlerini iyi tanımamalarından faydalanırlar.

Bir bakarsınız, 1897'de olduğu gibi, Osmanlı Devleti harple bir haftada hakkından geldiği Yunan Devleti'ne karşın masa başında kayıplı çıkar. Kendi milletini de tanımayan, onun manevi gücünü bilmeyen kimseler, elbette büyük denilen, aslında manen çok küçük devletleri de bilmezler, onların devlet adamlarının cakasına, blöflerine, şantajlarına aldanırlar. Bu zihniyet 1918 sonrasında az daha Anadolu'yu bütünüyle yabancı boyunduruğuna sokmuyor muydu?

Aslında Yunanistan'a yapılan da dostluk mudur? Doymak bilmeyen ihtiraslara, başka devletlerin, komşularının aleyhine hayalperestliğe gem vurmak gerekmez mi? Lâkin, gerekenin aksi yapılır, daima siyasette. Birinci Dünya Savaşı'ndan Osmanlı İmparatorluğu yenik çıkınca fırsat zuhur etmiştir. Yunanlılar Kıbrıs'ı, oniki Ada'yı, Batı Trakya'yı, Batı Anadolu'yu, İstanbul'u, hatta Anadolu'nun kuzey tayflarını istemeğe başlarlar. Bu kadarla da kalsa, iyidir. İznik Rum metropoliti Vassilios "geride tek ferdi kalmamacasına Türklerin tamamiyla yok edilmesini" ister. Bu isteklerle ilgili raporlar İngiliz arşivlerinde bulunmakta olup, Gotthard Jaschke'nin Türk Kurtuluş Savaşı İle ilgili İngiliz belgeleri" (Ankara 1971) adlı kitabında da onlardan alınan bir çok - yukarıdaki gibi ilginç- parçalar sergilenmektedir. Hiç şüphe yok, aydınlarımız tahsilleri sırasında birçok mütarekelerin veya anlaşmaların maddelerini veya tarihlerini ezberlemek yerine, komşularının ve diğer milletlerin kendileri hakkında gerçekte ne düşündüklerini öğrenmiş ve benimsemiş olsalar, sonradan aynı denizin iki yanındaki kardeşlerin dost mu, düşman mı olabileceklerini daha isabetli bir şekilde değerlendirirler, hem de vaktinde ve hiç de üzüntüye, pişmanlığa mahal kalmadan...

İstiklâl Savaşı sırasında Anadolu'da ne ilerlemeleri, ne de yaptıkları vahşet batı komşumuzun yanına kâr kalmamıştır. Lâkin İkinci Dünya Harbi sonunda Oniki Adalar'a kavuşmuşlar, bir müddet sonra da yine bir kara cübbeli, kara sakallı, iğrenç yüzlü, din adamı kisvesindeki politikacıları vasıtası ve yine adı iyi siyaset bilire çıkmış dostlarının desteği ile Kıbrıs'a el atmışlardır. 1963 ve 1967 tarihlerinde Kıbrıs Rumlarının Türklere karşı giriştikleri imha ve katil teşebbüsü, son olaylar sırasında, artık günlük gazetelerin bile konusu olan işkenceler, Türklere uygulanan alçakça hareketler ile 1918 - 19'da iznik Rum Metropoliti Vassilios'un sözleri arasında ne fark vardır? Bu girişimler kiliselerde din adamları ve okullarda öğretmenler vasıtası ile Yunan gençliğine aşılanan bu iğrenç, bu barbar fikrin tatbikatı değil midir? Kıbrıs Rumları Türkleri sade öldürmekle de kalmamakta, onları göçe, açlığa, sefalete zorlamakta, camilerini yıkmakta veya onları insana yakışmayacak biri şekilde kullanmaktadırlar. Bunların misalleri her Yunan idaresindeki Türk yurdunda görülür. Girne'de Türk askerlerine su veren bir İngiliz karı - kocanın başına gelenler henüz kaç günlük konudur? Üstelik İngilizler onların akıl hocaları, koruyucuları değil midir?

Bunları anlatmaktan maksadımızı Yunanlıların işledikleri hatalar yüzünden, aşırı hayalcilikleri, belki de "el malı ile gerdeğe girilmez" atasözünü bilmemeleri yüzünden, başkalarına çok güvenerek şuursuzca insanlık dışı davranışlara girişmeleri, nihayet taşan sabır neticesinde uğradıkları felâketlerden ders alamayacak yaradılışta olduklarına işaret etmek içindir.

Tarihin hiç bir döneminde Yunanistan'ın idaresine girmemiş olan Kıbrıs'ın Türkiye ile ilişkileri ise çok yönlü ve derindir. Ada gerek yakınlık bakımından, gerekse coğrafî, tarihi, ekonomik bağlantıları cihetinden Anadolu'ya sıkı - sıkıya kenetlenmiştir. Milliyetçi, örnek insan Prof. Cemal Alagöz'ün, Türk Heyeti'nin' bir temsilcisi olarak katıldığı 1969 da Lefkoşa'da toplanan l. Milletlerarası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi'nde, Rumları kızdırmak için şaka yollu, fakat büyük bir heyecanla söylediği ve o andaki gergin havanın da yatışmasına sebep olduğu gibi, adanın biçimi de manidardır. Yalnız işaret parmağı açık olan (Karpas yarımadası) bir yumruk şeklinde olup, açık parmak İskenderun Körfezini, göstermektedir.

Osmanlı - Türklerinin Kıbrıs seferi 1570-71 senelerine tesadüf eder. O tarihte ada Venediklilerin elinde olup, bir korsan yatağıdır. İstanbul -İskenderiye deniz yolu üzerinde bulunduğundan Türk ticaret gemilerine baskınlar, vurgunlar yapılmakta, zarar verilmektedir. Bunlara, daha bazı başka etkenlerin katılması sonucu, Sultan II. Selim'in hocası Lala Mustafa Paşa bu sefere serdar tayin edilir. Osmanlı donanması 16 Mayıs 1570 Pazartesi sabahı Kurban Bayramı namazı kılındıktan sonra, Beşiktaş önlerinden demir alır, gece, Yedikule açıklarında geçirilir, ertesi sabah saat dörtte Marmara'ya açılır. 30 Haziran'da Finike'ye, 2 Temmuz'da da Limasol'a gelinir. Kale halkı kaçmıştır, bir kısım asker karaya çıkar. O gece orada yatan donanma, ertesi günü Tuzla'ya gelir ve 4 Temmuz'da da karaya asker ve toplar çıkartılır. Hedef Lefkoşa kale ve şehrinin zaptıdır. Bir aylık bir kuşatma ve muharebeden sonra, 9 Eylül (ne tesadüf) 1570'de sabah namazını iki saat geçe kale feth edilir, Avlonya sancakbeyi Muzaffer Paşa Kıbrıs Beylerbeyliğine tayin olunur. Bu muhasara sırasında gece gündüz siperden ayrılmayıp harp eden, "baş kesüb, dil (esir) alan" kahramanlara timarlar verilir, bunlardan çok üstün yararlığı görülen bazıları da çeşitli askerî - idarî görevlere atanırlar. Adanın Magosa hariç, diğer kesimleri kolaylıkla alınır. Lâkin, onun teslim olması 1 Ağustos 1571'i bulur.

Bu sefere ait bir Harp günlüğü'n-de Osmanlı - Türklerinin savaşta bile yerli halka karşı davranışlarının ne kadar yüce olduğunun delili olan belgeler vardır. Meselâ, Girne halkı kalelerinin tesliminden sonra Osmanlı idaresine tam bir itaat gösterdiklerinden bir kaç yıl için bir kısım vergilerinden muaf tutulurlar. Yine, bir başka belgeden Limasol halkının Osmanlı idaresine bir ayrı müracaatı öğrenilir. Bu şehrin, Lefkoşe ve Baf'a ikişer konak mesafede ve uzak olduğundan daha yakın bir yerde pazar kurulması istenmekte, halka kolaylık sağlamayı kendisine rehber ve düstur edinen Türk idaresi de bu isteği yerine getirmektedir.

Magosa'nın muhasarası sırasında da çok ilgi çekici olaylara rastlanmaktadır. Venedik'ten Türklere karşı harp etmek için getirilen bir kısım asilzadeler, kaleden kaçarak gelir, islâmiyeti kabul eder, Türk hizmetine girerler. Bu davranışlarının sebebi korku mudur, yoksa Türklere döğüşürken bile mertlik ve faziletten ayrılmadıkları için duydukları hayranlıktan mıdır? Onları bu defa gerçekten tanıdıklarından mıdır?

Magosa kumandanı Antonio Bragadino'nun, kalenin tesliminden sonra ele geçtiğinde derisinin yüzülerek içine saman doldurulması, şehirde dolaştırılması daima aleyhimize batının bir istismar konusudur. Lakin batılılar hiçbir zaman onun Türk esirlere, hatta kendisine elçilikle, anlaşmak üzere giden erlere ne yaptığını hatırlamak, düşünmek istemezler. Halbuki her iki olay da yan yana yazılmaktadır. İşin gerçeği Türkleri işkence ile öldürmek batıda âdi, olağan, suç sayılmayan hareketlerdir. Daha on sene önce küçük bebeklerin Kıbrıslı Rumlar tarafından feci şekilde öldürülmesi Batıda kimin kılını kıpırdatmıştır. Bu son Türk Barış Harekâtından önce ada rumlarının Türklere karşı tatbike koyuldukları vahşice muameleleri hangi güç önlemek istemiştir?

Türklerin adanın fethinden sonra en büyük çabası buranın bayındır bir hale getirilmesi, Türklerin adaya yerleştirilmeleri meselelerinde olmuştur. Hemen cami ve mescid gibi dinî müesseselerin adanın her tarafında yapılmasına başlanmış. Kalelerin tamiri için Bostan adlı bir mimar gönderilmiştir. Yine aynı yılda Lefkoşa'da müslüman halkın bir bit-pazarına ihtiyaçları olunca, yeni yapılan birçok dükkân bu işe tahsis edilmişlerdir. Yine aynı tarihlerde hamam, kütüphane, Büyük Han, sonra da Kumarcılar Hanı yapılmış. Aynı yüzyıl sonlarına doğru, yani Lefkoşe'nin fethinden on beş - yirmi yıl kadar sonra bir mevlevihâne inşa ettirilmiştir. Sonradan birçok değişikliklere uğrayan bu bina hâlen Türk Müzesi olarak kullanılmaktadır. Bu müzede saklanmakta olan Şerife Defterleri (Eski mahkeme defterleri) nde kadıların teb'a arasında din farkı gözetmediklerinin birçok belgeleri j vardır. Kıbrıs Türk Tarih Kurumu Başkanı Sayın Vergi Bedevi'nin bu husustaki bir araştırması, yukarıda bahsolunan kongrede tebliğ olarak okunmuş, sonra da Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü tarafından aynı kongreye sunulan Türk tebliğleri ile, birlikte 1971'de bastırılmıştır.

Aynı kongrede Yunanlıların asılsız bir iddiaları vardır: Kıbrıs Türklerinin, asla Türk olmayıp, sonradan; müslüman olup Türkleşmiş adanın yerli halkı olduğu hususu. Halbuki Kıbrıs'ta yerli halktan islâm dinine girenlerin sayısı çok azdır. Adanın Hristiyan yerli halkı Venedik idaresinden memnun olmadıklarından bir çok kaleleri Türklere teslim etmişler, Venedik idaresi zamanında başka ülkelere göç etmek zorunda kalanlardan bir kısmı, geri dönmüşler, fakat her yönü ile hoşgörü içerisinde hayatlarını sürdürmüşlerdir. Osmanlı idaresi, vaktiyle Balkanlarda veya imparatorluğun başka vilâyetlerinde yapıldığı gibi, adaya Türk nüfusun yerleşmesi için teşvikte bulunmuştur. 1572 senesinde adanın muhtelif yerlerinde bulunan çeşitli sınıflara mensup sayıları 4000'e yaklaşan askerlerin ailelerini getirmeleri sağlanmış, bunlardan adada yerleşmek isteyenlere kolaylıklar sağlanmıştır. Aynı metod memurlar için de uygulanmıştır. Askerlerden bekâr olup, evlenmek isteyenlere Anadolu'dan gelin getirilmiştir. Bununla beraber esas Türk yerleşmesi Karaman, Beyşehir, Ürgüp, Niğde, Aksaray, Akşehir gibi Orta şehirlerinden aileler getirilerek Kıbrıs'ta çeşitli yerlere yerleştirilmişlerdir. Gerek bu yerleşmeler, gerek yerleştirilen türlü meslek mensubu halkın adedi, özellikleri Sayın Prof. Dr. Cengiz Orhonlu'nun l. Milletlerarası Kıbrıs Araştırmaları Kongresi'ne sunduğu çok mükemmel bir bildirisinin konusunu teşkil etmiştir. Bu bildiri de diğerleri ile birlikte yayımlanmıştır.

Bugün Kıbrıs adasında yaşayan Türk nüfusunun rumlara nazaran daha az olması çeşitli sebeplere, Kıbrıs'tan Türkiye'ye veya başka ülkelere Türk göçlerine bağlıdır. İngiltere idaresinde bir Türk ailesi ile bir rum ailesinin aynı şartlar içerisinde bulunabilecekleri düşünülebilir mi? Aralarında dinî ve kültür bağları bulunan toplulukların bir arada yaşamaları daha kolaydır, kaynaşmaları da mümkündür.

Kıbrıs Türkünün başına gelen, daha önce Batı Trakya Türkünün de başına gelmiştir. Lozan muahedesinden sonra güvenlikleri Yunanistan tarafından garanti edilen soydaşlarımız, çoğunlukla her şeylerini orada terk bahasına, güvenliği, can emniyetini kaçıp Türkiye'ye sığınmakta bulmuşlardır. Bugün aramızda zaman zaman son servetleri canlarını kurtarabilmek için Türkiye'ye sığınan kardeşlerimizi kınayanlar vardır. Oralarda kalıp direnmiyorlar, diye. Atasözleri milletler için en kestirme, en kesin hayat tecrübelerinin ifadesidirler. "Tok, açın halinden anlamaz", "ya sayı saymasını bilmiyor, ya dayak yememiş" gibilerinin üzerinde uzun uzun düşünmek ve yorumlamak, Kıbrıs'taki, Batı Trakya'daki Türklerin halini anlamak için faydalıdır.

Mustafa Kemal Paşa (******) Sakarya muharebelerinden sonra Mehmetçiği şöyle över : "Dünyanın hiç bir tarafında ve ordusunda yüreği seninkinden daha temiz, daha sağlam bir askere rast gelinmemiştir. Her zaferin mayası sendedir. Her zaferin en büyük payı senindir". Gerçekten de Mehmetçik, zaferleri ile, eşsiz fedakârlık ve feragati ile yüce bir milletin tarihini yazmıştır. Ama o bununla da kalmamış, kendi zaferlerinin de ayrıca destanını yazmıştır.

"Düşman girmiş yurdumuza,
Koştuk, geldik, vurmak için,
Siper kazdık o domuza
Karşı pusu kurmak için..
Kaçışıyor, işte bakın
Yıldı kâfir, döndü geri.
Kaçışıyor akın akın
Kovalıyor, TÜRK ASKERİ."

Yukarıdaki kıtalar Sakarya'da Mehmetçiğin yazdığı destandan alınmıştır. Kıbrıs'ta ilerleyen Mehmetçiğin önünden rumların silâhlarını , hatta tanklarını bile bırakarak kaçtıklarını okuyoruz. O, yine yeni bir tarih yazıyor. Belki yine zaferlerinin destanının yazanı da vardır.

Mehmetçik bugün Kıbrıs'ta Hak ve hak yolunda yine savaşmakta, adayı şehitlerinin, gazilerinin taze kanları ile be
Sayfa başına dön Aşağa gitmek
http://www.sanlıurfaocak.hareketforum.com
 
Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti
Sayfa başına dön 
1 sayfadaki 1 sayfası
 Similar topics
-
» Azerbaycan Cumhuriyeti
» Tataristan Cumhuriyeti
» Kazakistan Cumhuriyeti
» Nahcivan Cumhuriyeti
» Saha Cumhuriyeti

Bu forumun müsaadesi var:Bu forumdaki mesajlara cevap veremezsiniz
 :: ŞanlıUrfa Ülkü Ocakları Forum Sitesi :: Türkiyeden Haberler :: Türk Elleri-
Buraya geçin: